16 Şubat 2016 Salı


Akvaryumlar Bebeğiniz için Tehlikeli Olabilir!


Bebekler Televizyon İzlemeli mi?

Akvaryum mu yuh :) Tabii ki yok öyle bir şey. İşte onu anlatmak için buradayız. Açılın!

Geçen bir pedagogun sayfası paylaşılmış. Bebek beynini şöyle tanımlamış ve tv’ye şiddetle karşı çıkmış.

“0-2 yaş arası çocukların beyni, yeni dökülmüş beton kalıba benzer ve bu dönemde bu kalıp üzerine düşeceğiniz not ileride katılaşmış bir hayat felsefesi olacaktır.” Yine aynı yazıda bu dönemdeki çocuğun taklit etmeye odaklığı olduğu için aslında gerçek olmayan çizgi kahramanların da izletilmemesi yazılmış.

Uzman değilim. Uzmanların da müthiş araştırma yaptığına da inanmıyorum açıkçası. Bir baba olarak görüşüm çoğu olay gibi bu olayda da keskin çizgilerle hayır ya da evet diye bir cevabın olmadığı yönünde. Ama şu “beton” yorumuna net bir şekilde ya bi siktir git demek istiyorum.

Evet mis gibi cillop gibi sıfır km zihinleri var. ama her olay her boktan ufak davranış çocuğun hayatını etkileyip yaşam felsefesini değiştirmez. İnternette bir araştırın öyle uzman yazıları var ki yuh dersiniz. bırakın tv izlemesini çocuğa koyduğunuz isme kadar gitmişler. Uzmanlar ve çocuk dergisi satıcıları yazı satmak için o kadar abuk korkular yaratmaya çalışıyorlar ki nerede ise “hiç ölmeyin çünkü ebeveyni ölen çocuğun hayat felsefesi değişir” bile diyecekler.

İnsanlar pavlov’un köpeği gibi değillerdir. Hele bebekler ve çocuklar hiç değildir. Sürekli öğrenme ve tecrübe etme eğilimdedirler. Yaşadığı olay ne olursa olsun içinden çıkıp hayatını devam etmeye programlanmıştır. Ayrıca her gördüğünü taklit edecekler diye bir şey yok. o zaman evde akvaryumları da atın. çocuk  balık olmaya çalışabilir. Camdan baktırmayın kuşu taklit edebilir. O yüzden pokemon senin için eciş bücüş bir şey iken onun için hayal gücü için yeni imgeler olabilir.  Merak etme yani çocuğun pokemon izleyince kıçından yıldırım atmaya çalışmayacak. (ha bazen atmış kadar oluyorlar evet :))

Bu arada tv'yi niye açıyoruz o daha büyük sorun. Çünkü tv, telefonu, tabletinizi çocuğunuzu susturmak ve uzaklaştırmak için kullanıyorsanız en büyük sıkıntı bu. yukarıdaki foto misali. 

Bebeğin tv izleyip, izlememesini takmadan önce kendi tv izleme zamanınızı kısıtlamanızı öneririm. Özellikle onunla aynı odada iken. Eğer onunla oynarken, ilgilenirken elinizden cep telefonunuzu bırakabilir, gözünüzle de tv’yi takip etmezseniz hatta kapatırsanız bebeğinizin ileride karakterini bilmem ama o an için daha mutlu bir çocuk olacağını garanti edebilirim.

25 Ocak 2016 Pazartesi





Bir "Bugün ne giysem yazısı"
Koşmak için giyinmek???


Koşuyu etkileyen onlarca parametre sayabiliriz. Giysilerimizi de tabii ki bunlar etkileyecek. Fakat sıcak havada, soğuk havada, yolda, arazide koşarken tek dikkat etmeniz gereken şey bence rahatlık.

Rahatlığın anlamı en pahalı ayakkabılar, polarlar falan değil. Gerçek rahatlık. Koşarken koştuğunuz yolu hissedebileceğiniz, başka bir şeyle ilgilenmek zorunda kalmayacağınız giysilerden bahsediyorum. Zaten pahalı kıyefaetler bazen dert de olabilir. kıyafetlerinizin etiket fiyatları  kafanızı koşudan alıp kredi kartı borç ekstrenize götürebilir. Ki bu bizi “kafayı dertlere takarak koşmaya çalışmak” gibi en sıkıcı koşu aktivitesine götürür. Aman diyeyim.

Hissetmek derken ayakkabı seçiminden bahsetmiyorum. Koşmakla sadece koşmak ile ilgilenmekten bahsediyorum. Koşu için ayakkabı seçimi başlıklı onlarca site var. Bilmem ne koşusu için dikkat etmeniz gereken 10 bilmen ne falan diye de onlarcası mevcut. Misal birinde soğukta koşuyorsanız sıkı giyinin denmiş :) müthiş tespit  yazın bir kenara :)
Tabii ki hepsi değerli düşüncelerdir fakat bu endüstrinin iyice bokunun çıktığını düşünenlerdenim. Düşünsene eskiden tek tip bir ayakkabı vardı. Okula da maça da koşmaya da onunla giderdik. Şimdi hepsi için ayrı ayakkabılar olduğu gibi koşmak için iyice çeşitlenmiş bir ayakkabı yelpazesi var. Yakında koştuğunuz yoldaki kız erkek populasyonuna göre de ayırırlar. (bak o tutar) Halbuki öyle bir canlıyız ki anatomik olarak neredeyse tüm yolları çıplak olarak geçebilecek kapasitemiz mevcut. Neyse özet olarak bir romatoid artrit hastası olarak çok çok pahalı olmayan bir ayakkabı ile onlarca km koşabiliyorsam sizin de ekstra paralar verip koşmanıza bence gerek yok. Tabii yine siz bilirsiniz :)

Koşmak deyince aklıma hep tom cruise geliyor bu arada. Bak adama her filminde her kıyafetle koşuyor sen bağcık rengin ile taytını uydurmaya çalışıyorsun!









Koşullara göre giyinirken de yine dikkat etmek de yarar var. Yine öncelik rahat olur muyum düşüncesi olmalı. Mesela hava soğuk diye aldığınız rahatsız bir boyunluk bir süre sonra size sıkıntı vermeye başlayabilir. Sonra yolda onu çıkartıp nereye sokuşturacağınızı düşünmeye başlayabilirsiniz. Bu eldiven ve bere için de geçerli. Hava soğuk olabilir fakat siz koşarken ısınacaksınız. Normalin üzerinde fazla korumalı bir eldiven bir zaman sonra size o boyunluk gibi sıkıntı vermeye başlayacaktır.

Gelelim kulaklık mevzusuna. Benim koşarken en kafayı taktığım konu. Kulaklık belki koşu için olmazsa olmaz gibi gözükebilir ama en sorunlu teçhizatımız da denebilir. Koşarken ben açıkçası kulaklık tercih etmemeye çalışanlardanım. Koşarken etrafımdaki seslere odaklanmayı seviyorum. Rüzgarın sesi bile koşuyu güzelleştirebiliyor. Ama hiç takmıyorum da diyemem. Bazen oluşturduğum playlisti devreye alıyorum. (bir ara belki paylaşırım) Sanırım bu da aslında filmlerden öğrendiğimiz bir davranış. Hatta eye of the tiger gazı da denebilir. Bu konuya şundan girdim.  Kablo sorunu, gelen şarkıyı beğenmeyerek atlama isteği, günümüz insanının telefonu bir organı gibi düşündüğü için kendi yüzünden çok telefona habire bakma isteği tüm koşuyu bok edebiliyor. Hayattan uzaklaşmaya çalışırken bir de bakıyorsunuz yürümeye başlamışsınız ve whatsapptan gıybet peşindesiniz. Bunun yerine önerim irade. 1 saat koşacağım ve bakmayacağım deyin ve bakmayın. Ben genelde telefonu nike run ve benzeri uygulamalar için alıyorum.

Yani bu kadar lafı şunun için ettim. Ya raad olun garşim. Koşu la bu. Geceye gitmiyoruz. Bakkala pijamayla giderken yakışıklı çocuğa yakalanan kız gibi triplere girmeye gerek yok. Zira o kız bizim için en yüce değerlerdendir. O da biline! Buradan o eski gülşen’e de selam çakıyor ve konuyu kapatıyorum. O zamanlar gülşen’in ve deniz seki’nin biricik olduğu yıllardı hey gidi. Neyse Beğenmediyseniz sileriz kardeşim sıkıntı yapmayın zıhızıhızıhıh






işte o gülşen!



11 Eylül 2015 Cuma

Exeter Şeytanın Gecesi komikli korkulu film sevenlere

oturduk yerlerimize. baktık beyaz perdeden ne dendiği en müthiş ses sistemleri ile bile anlaşılamayan sözler geliyor. sonra eski kaset ses efektleri, terse sarma ses efekti, terse sarılmış ezan sesi, yine sesi efektle kalınlaştırarak bir şeyler söyleme. böüüv diye kan kusanlar, bööv diye yine kan kusanlar, sonra o böövv diyenlere daha çok bağıranlar ve en sonunda götümüzden uydurduğumuz bir ayet yorumu ile bitiyor. neyse ki bu tanımlar bu filmin değil filmden önce çıkan dabbe 6 filminin fragmanından. neyse filme geleyim.
her zaman söylemişimdir. gençlerin teker teker yok olduğu filmlerden ne kadar çekerlerse çeksinler izlerim. çünkü çocukluğa, gençliğe götüren şeylerden biri bu tarz filmler. onlarca kalitesizi yanında the cabin in the woods’dan beri sanırım bu kadar iyisini izlediğimi hatırlamıyorum.
o döneme biraz dönersek 13. cuma, halloween gibiler yanında 80 döneminde bir de komedi unsuru katılmış hastası olduğum filmler vardı. the lost boys, gremlins, poltergeist, fright night hatta a nightmare on elm street.

exeter hikayesi, karakterleri hatta müzikleri ile bu tarz komedi korku arayanlar için bence müthiş olmuş. ayrıca hiçbir karakter boş değil. o yüzden de patır patır dökülmüyorlar. hepsini izlemekten keyif alıyorsunuz. bu yüzden acıkınca sırtına yapışık cipleri yiyen susayınca kutsal suyu kafaya diken drew karakterinin ölmesi de üzüyor. adamthe big lebowski'den fırlamış gibiydi :))

bu türde filmler izleyenler için aslında sürprizli bir sonu da yok. gayet belli ederek finale kadar getiriyor. komedi unsurlarının da müthiş yerinde olması filmi tam bir eğlencelik yapıyor. internet ile birlikte her şeyi yapabilecek güçte bir gençlik tabii ki şeytan çıkarmayı da buradan öğrenmeye ve uygulamaya çalışıyor. bununla beraber başta tabii ki the exorcist olmak üzere devil’s advocate gibi bir çok filme de gönderme yapılmış. hatta hurdacının tarantinovari ölümü ile amber kızımızın ırreversible misali kafasının patlatılmasını da göndermelere ekleyebiliriz.
bir parti olarak başlayan gecenin sonunda bir partiden olması gerektiği şekilde 2 kızın yangın söndürücüden çıkmış da olsa köpüklü kavgası da güzel ayrıntılardan birisiydi.
her zaman diyorum zevkler ve renkler tartışılmaz diye ama bence gayet keyifli zaman geçirten bir filmdi. yalnız ülkenin sinema kültürü de olmadığı için ergenlerle dolu bir salonda izlerseniz biraz sıkıntı çekebilirsiniz onu diyeyim.

bu arada film bazı yerlerde backmask olarak geçiyor. ya da zaten öyle o benim cahilliğim bilemedim.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Bir Ebeveyn Sporu olarak Bebek


Yaklaşık bir senedir taze baba statüsündeyim. Çocuk sahibi olanların aşina olduğu, "Lütfen bebekten sonra yaşam stilimizi hiç değiştirmeyelim” tarzı cümleler, ebeveynlerin sonradan epey güldükleri beklentilerden biridir. Çünkü bebek doğduğu anda ana baba istemeden de olsa yaşam stilini değiştirmek zorunda kalıyor.

Eğer bir bakıcı veya yardım edebilecek yakınlarınız yoksa, özellikle hanımlar fiziki ve mental olarak oldukça zorlayıcı bir sürece giriyor. Zaman zaman yarım saat aralıklarla beslenme ihtiyacı olabilen bu minik canlı türünü tatmin edebilecek anatomik özellikler hepimizin bildiği gibi annede. Tabii biz  duyarlı babalar olarak burada devreye giriyor ve eşimize yapabildiğimiz kadar yardım ediyoruz. Burada da bebeğe bakım, yardım ve yataklık ile sporu bir arada götürmeye başlıyorsunuz. Peki bu nasıl oluyor? Bebek spor için bir araç mı amaç mı? ikisi de değil. Sporla ilgili ebeveynlerseniz bebeğinizi antrenör olarak tanımlamanız hem daha uygun hem de daha motive edici olabilir.

Bizim Küçük Bay Miyagi’lerimiz Bebekler 


Karate kid filmini hatırlar mısınız? Jackie Chan ile olan yeniden çevrimi değil. İzlediğimiz dönemde Elisabeth Shue’ya aşık olduğumuz, Daniel’in final vuruşunu kardeşimiz üzerinde uyguladığımız, 1984 yapımı ilk filmi. Zaten o hareketi de kardeşimiz dışında yiyen yoktu ya neyse.
İşte aslında o filmdeki Bay Miyagi bizim bebeğin yaptığını yapar. Sen Bay Miyagi için ev işlerini yaptığını düşünürsün ama bakarsın karate öğrenmişsin. Bebek bakımı da bunun gibidir. Sen veledi uyutmaya çalıştığını düşünürsün bir bakarsın ön kol yapmışsın. Kendileri için bir şey istiyorlarsa namertler yani :)

İşte bizim usta Bay Miyagi’lerimiz bebeklerin birkaç hareketi ve bize kazandırdıkları;

Bebek davranışı 1              : Uyanmak ve şiddetle ağlamak.
Kazandırdıkları                   :  Hız ve doğru zamanlama. Mutlu bir eş ya da en azından fırtına öncesi sessizlik.

Bu ağlamalar genelde uykunun en tatlı yerinde olur. Bu yüzden bu aksiyon karşısında tepki verebilmek için kuvvetli bir irade ve farkındalık gerekir. İşin kötüsü eğer ki bebek ağladığında eşinizden hızlı davranamıyorsanız, bu tavrınız annenin düşüncesiz baba checklist'ine kaydedilir ve ilk fırsatta yüzünüze tokat gibi çarpılır. Miyagi ağladığında yanına gitmeyecek bile olsanız, bir depara kalkma hareketi sizi eşinizin gözünde “ilgili baba” konumuna sokmaya yetebilir. Bu tür davranışları tasvip etmediğimizi de önemle belirtelim.

Bebek davranışı 2              : Bir türlü uyumamak, üzerine saatlerce ağlamak ama öyle bir ağlamak ki hayatın anlamını sorgulatmak.
Kazandırdıkları                   : Süper kahraman sinirleri, kondisyon artışı, stres altında performans değerlendirme deneyimi, probleme yaratıcı çözüm bulabilme becerisi kazanımı, cücük kadar şeyden nasıl bu kadar ses çıktığına inanamamak, felsefeye sarmak.

Burada bahsedilen yaratıcı çözümler yorucu olduğu kadar eğlenceli dakikalar geçirmenizi sağlar. Örneğin bebeğin ne şekilde uyuduğunu bir şekilde öğrenmek zorundasınız ve hepsinin farklı bir karakteri ve beklentileri olduğu için bu deneme yanılma içeren öğrenme süreci oldukça uzun sürebiliyor. Tam öğrendim dediğinizde eleman büyüyor ve beklentileri değişiyor. Misal bizim ufaklık çay tepsisi gibi  taşınmayı ve bu işlemin meditatif bir sükunetle seyretmesini istiyordu. Tepsiyi belirli yüksekliğin altına indirdiğinizde veya durduğunuzda bebeklerin içinde var olduğuna inandığım bir çeşit irtifa ve haraket sensörleri devreye giriyor ve bebek sizi sert bir şekilde uyarıyordu. Evde akıllı telefonların yürüme uygulamaları ile yürüdüğüm ve rekorlar kırdığımı biliyorum. Bunu yaparken omuzda uyutmaya çalışanlar da var. Aynı şey. Yine kol kasları, yine evin içinde yürüyüşler. Yalnız bu esnada belinize çok dikkat etmeniz gerekiyor. Uzun ve bir şeyi kırmadan yürüyormuş gibi yapmak vücudun kasılmasına neden olduğu gibi dengesiz taşıma da bele gereksiz yük binmesine neden oluyor. İki üç kiloluk bir şey deyip geçmemek lazım. Yürüdükçe ve uyanmasın diye kasıldıkça hissedilen kilo tabii ki artıyor.

Son olarak bu zorunlu bebek sporunu yaparken doktorunuzdan alacağınız tavsiyeler doğrultusunda bebek egzersizlerine de başlamınızı öneririm. Bu hem bebeğin kas ve iskelet gelişimi için yararlı olacak hem de onunla daha kaliteli zaman geçirmenizi sağlayacaktır. 


14 Şubat 2015 Cumartesi

Geleceğin Karanlığı Bugünün Çocukları


Jhanna Spyri’nin İsviçre’nin karanlık yüzü Heidi’nin ayağı niye çıplak adlı güzel ama iç karartıcı yazısını okuyunca yazmak gerektiğini düşündüm. Acaba Dünya insanlık tarihi boyunca çocukları birey olarak görmeyenler sadece İsviçreliler miydi?

Çocuğun birey olarak görülmemesi ve ona karşı şiddet insanlık tarihinin başından beri vardı. Antik dönemlerde çocukların öldürülmesi, nehirlere bırakılması, açlıktan ölsünler diye fıçılara kapatılmaları olağan olaylardı. Antik çağda her şehirde “oğlan genelevleri” vardı. Erkek bebekler daha beşikteyken genelevde kullanılmak için hadım ediliyordu.

Çocuklara şiddetin ceza kapsamına alınması i.s 374 e kadar geliyor. Ama 18. Ve 19. yy sonlarına bile bakıldığında istatistikler Fransa ve İngiltere’nin geleneklerini sürdürmeye devam ettiğini gösteriyor. (empatinin yitimi arno gruen)

Zaten ceza kapsamına alınması çocukların birey kapsamına girdiğini göstermiyordu. Onlar yine büyüklerin oyuncakları idi. Bir çok örneğin olduğu bu konuda en üstlerden bir örnek verelim. Fransa Kralı XIII. Ludwig’in (ki 1755-1824 yılları arasında yaşamış) doktoru Heroard, veliaht prensin 12 aylıkken saygın saray ileri gelenlerinin cinsel oyunlarına nasıl alet edildiğini anlatır. (Marvick 1974)

Heidi örneğindeki gibi çocuk sömürü günümüze kadar geldi ve devam ediyor. Gelişmemiş ülkelerdeki çocuk ölümlerine, tecavüzlerine zaten sesimiz hiç çıkmıyor. İşin ilginci Japonya gibi gelişmiş ülkelerin de çocuk pornosu gibi atılımlarına pek ses çıkarılmıyor. Japonya’da Manga ve animeler ile çocuk pornosu yasak değil. Hatta haziran 2014 e kadar gerçek çocuk pornosu bulundurmak da yasak değildi. İşin ilginç tarafı arz talep meselesinde aslında. Çocuk istismarının olduğu manga ve animelerin pazardaki payı söylenenlere göre çok yüksek.

Bunları yazarken Türkiye’nin durumuna hiç gelesim yok. Zira her şey yeterince ortada.



Herkes geleceği görmek ister sanırım. Aslında çocuklarla bu çok kolay. Rakel Dink şöyle demişti “çocuktan katil yaratan zihniyet”. Bu kadar acı içinde, istismarlarla büyüyen çocuk varken onların gelecekte güzel bir Dünya yaratabileceğine inanıyor musunuz? Bence mümkün değil. Gelecek çok açık ve acı olarak aslında karşımızda ufacık suretleri ile duruyor.


Bu yazıya çocuk şiddeti ile alakalı fotolar koymayı düşünüyordum fakat google da aratınca koymamaya karar verdim. Nasıl bir Dünya'da yaşıyoruz görmek için aslında google böyle bir arama yapmak bile yeterli

17 Ağustos 2014 Pazar

Koşunca çok güzel oluyorsun

"Run" kelimesi ingilizcede koşmak anlamını taşırken aynı zamanda kaçmak anlamına da geliyor.

Sinemada koşmak denilince akla ilk gelen ve en bilinen replik 'run forrest run'dır herhalde. Orada kız arkadaşı Forrest'a run derken aslında sadece koşmasını söylemiyor, aynı zamanda ortamdan da uzaklaşmasını kast ediyordu (he siz de anlamamıştınız de mi:) bişey değil sizler için varım :))
Tabii Forrest olayı daha çok "koş babam koş" olarak algılıyordu ve bize şenlik çıkıyordu :) Sinema demişken Türk sinemasındaki koşan adamlardan Orta Direk Şaban'daki Erkan'ı unutmayalım, Kemal Sunal'ı da analım.

İnsan vücudunun, beyninin işleyişi hala müthiş sırlarla dolu. Zorluklar karşısında izlediği ve oluşturduğu stratejiler de müthiş. Misal unutmak eylemi muhtemelen hayata devam edebilmemiz için beynin yarattığı bir savunma mekanizması. Yoksa ayrılanların, yakınını kaybedenlerin ya da çok büyük felaketlerle karşı karşıya kalmış insanların ayakta kalabilmesi sadece "hayat devam ediyor" bakışı ile açıklanamaz.

Bence koşmak da unutmak gibi bir savunma mekanizması. Insanoğlu muhtemelen ilk çağlardan itibaren tehlike gördüğünde koşarak yani kaçma eylemini gerçekleştirerek sağ kaldı ve neslini devam ettirebildi. Erkekliğin yüzde doksanı kaçmaktır deyişi de Adem Baba'dan çıkmış olabilir :)

Koşmak bizi yırtıcı hayvanlar ya da maganda tabir ettiğimiz hayvanlar gibi maddi tehlikelerden korurken, spor yapma amaçlı ya da bi hava alayım geleyim diye yaptığımız koşma eylemi de manevi tehlikelerden koruyor. Zira koşarken, hızlı yürürken spor yapıyorsun ve spor yapmak mutluluk hormonu salgılanmasına neden oluyor. Bu da insanın daha sağlıklı düşünmesini ve karar almasını sağlıyor.

E iyi hoş diyorsun da, şehirde nerede koşuyorsun, nerede spor yapıyorsun denebilir. Evet şehirlerde erkeklerin düzenli olarak yapabildiği spor halı saha maçı. Kadınlarda o da yok.  Diğer alternatif de spor salonları. Onda da açık havada özgürce koşmaktan alınan performansın yakalandığına pek inanmıyorum. Iyi bir salon, eve/işe yakınlık vs gibi kişiden kişiye değişen şartlar sağlansa bile çoğunlukla devam edilemediği için ziyan olan para ve vicdan azabı gibi negatif geri dönüşleri var. Şahsen bu konuda en büyük istikrarı periyodik olarak salona yazılıp gitmeyerek gösteriyorum :)

Halbuki açık havada koşmak öyle değil. Çok fazla ekipmana ihtiyacın yok ve aşağı yukarı her yerde koşabiliyorsun. İstanbul için söylüyorum koşma eylemine geçmedikten sonra bunu fark etmeniz zor. Başlarda ben de nerede koşucam lan derken koştuğum yerlere bakıyorum da, ne Belgrad Ormanları ne de Caddebostan sahil. Bildiğin şehrin göbeğinde, eğri büğrü de olsa, bulabildiğim tüm kaldırımlarda koşup duruyorum. Yani gerçekten istiyorsanız bir yerden başlamak bir çok sorunu çözüyor.

Böyle bilimsel, sosyolojik(!) bir girişten sonra diğer yazılarda koşu maceramızdaki gelişmeleri açacağım.  Şimdilik ister spor için ister bir şeylerden kaçmak için koşmaya biyerden başlayın. Tropic Thunder hariç sanırım her filminde koşan Tom Cruise'un Minorty Report filminde (negzel filmdir) dediği gibi ;

Everybody runs!

3 Ağustos 2014 Pazar

Çeşme'ye Dönüşmeden Gidilmesi Gereken Yerler 1: Selimiye



Evli iseniz tatil planı denen şey de diğer şeyler gibi müşterek olduğu için hali ile tartışmalara neden olabiliyor. Tatil planlarında biz erkekler her şey dahillere yöneliyoruz sanırım. Bunun ilk nedeni bütçeni bilebiliyor olman. Ekstra çıkma şansı pek yok. Yemekse açık büfe yardır gitsin. Ayrıca malak gibi havuz kenarında takıl; turistleri kes falan :P

Kadın kısmısı ise butikten yana oluyor. Böyle denize karşı kahvaltı edeyim, kitap okuyayım falan. Ne yalan söyleyeyim ben de aynı fikirdeydim bu sene. Zaten o her şey dahil yerlerdeki kargaşayı çekecek gücüm yoktu. Hem asosyal bir insan olduğum için de butik daha mantıklı gelmişti. Ayrıca bütçede de farklılık olmuyor aslında. Zira her şey dahil ödediğin yerde özellikle 4 günden az kalıyorsan zaten paranın hakkını alma şansın, tesisi tam kapasite kullanma şansın yok.

Sonuç olarak tatil olarak huzurlu, sessiz hatta emekli yeri ama güzel denizi olan bir yer aradık.
Bu tanıma uyan Türkiye’de aslında onlarca yer var. Zaten ben ararken sıkıldım. Hanımköylü olduğum için de ona bıraktım. Hastalıkta sağlıkta tatilde falan ehehehe. Biz onların içinden Selimiye’yi seçtik. Aracımız olmadığından Selimiye’ye ulaşımda biraz sıkıntı çektik. Marmaris’ten Selimiye’ye 1 saatte 1 hatta saat 13 te araç da yok 14 ü beklemek zorundasınız. Bir daha gitsem kesinlikle araç kiralarım. Çünkü etrafta da çok fazla gidilebilecek yer var ve ulaşım sorunu yüzünden gidemiyorsunuz.
Loca'nın Bahçesinden Selimiye

Selimiye’ye vardığımızda hoteli bizi almaları için çağırmadan önce şöyle bir sahili gezelim dedik. Yola çıkmak için saat 04.30 da kalmıştık Selimiye'ye vardığmızda saat 15:45 ti. Çok yorgunduk. 20lik dişim tatile çıktığımı fırsat bilip pislik olsun diye ağrımaya başlamıştı. Ayrıca ulaşım yüzünden biraz canımız sıkkındı ama gördüğümüz manzara her şeyi sildi attı. Müthiş bir deniz müthiş bir manzara. Araç sesi sıfır. Ufak ufak teknelerin motor sesi ve deli gibi cır cır böceği sesi.


Biz Selimiye’de Loca Hotel’de kaldık. Trakyalı bir ailenin işlettiği çok tatlı bir yer. Ailede herkes 7/24 olabilcek sorunları  çözmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ulaşım sorunumuzu imkanları dahilinde sorun olmaktan çıkardılar. Tatil planlamamızda da çok yardımcı oldular. Hotel Selimiye’yi tepeden görüyor. Hatta havuza girdiğinizde Selimiye’yi panoramik olarak görüyorsunuz ki hayran kalmamak elde değil. Hotelin kahvaltısındaki reçeller müthişti. Kendileri yapıyorlarmış. Giderken eve de aldık. Ayrıca reçellerin ücretleri lösev’e bağış olarak gidiyormuş.
1.      İlk günü zaten geç de geldiğimiz için havuzda geçirdik diyebilirim. Akşam otelden 750 m kadar aşağıda kalan Selimiye’ye yürüyerek indik. Dükkanları falan gezdik. Müthiş takılar satan bir sürü dükkan var. Ayrıca Selimiye'nin esnafı da yapışkan olmayan insanlardan. O yüzden de burayı ayrıca sevdim.

Sahilde yürükten sonra yemek yiyelim dedik. E tabii o manzarada, denize sıfır insanın aklından rakı balık geçiyor. Bunun için internette araştırdığımız kadarı ile Sardunya restaurant vardı. Gittik fakat rezervasyon istedikleri için başka alternatiflere yönelmemiz gerekti.  Bizde Sardunya’ya giderken gördüğümüz ve hoş gözüken  Aurora’ya oturduk. İlgi alaka, mekan güzeldi fakat mezeler falan müthiş değildi. Selimiye’de bence böyle bir problem mevcut. Sahil kasabası olmasına rağmen balıklar, mezeler, deniz ürünleri konusunda kötüler. En iyi yediğimiz ve gerçekten istanbul’da öylesini yemediğim dediğim şey badem’de yediğimiz mantıydı. Düşün yani. Ama gidince mutlaka ona da midede yer ayırın derim.
2. günü koyları gezerek geçirdik. Yine loca’dan Kansu’nun tavsiyesi ile bir tekne turu yaptık. Tekneyi işleten bir aile. Küçük kızları ile çekip çeviriyorlar. Çok sessiz ve sakin bir turdu. Teknedeki insan profili de yine bizim gibi sessiz sakin insanlardı. “bir çılgınlık yaparım” tadında insan yoktu.

Diş Adası
 Koylardaki denizi görünce, o koylarda yüzünce döndüğümüzde Selimiye’nin denizine burun kıvırdık. İnsan nankör J fakat o koylardaki deniz müthiş biz ne yapalım? Nankörlük bizim fıtratımızda var.

3. Gün yine loca’nın yönledirmesi ile mehmet’in yerinde geçirdik. Şezlong parası 15 tl. yemek yerseniz -ki yemelisiniz Selimiye’ye yemek için söylediğim şeyleri burası tek başına pozitif yapar- bunu yemek parasından düşüyorlar. Denizi saat 12 ye kadar harika. 12 den sonra yine harika ama koy rüzgar yediği için bulanıklaşıyor. Bulanık diyorsam da Marmara göre algılamayın tabii. Marmara maalesef hep beraber bizim umumi tuvaletimiz yaptığımız bir yer.
Mehmet'in Yeri

Kısa ama çok dinlendirici ve maalesef içimizde kalan bir tatil oldu. Birkaç seneye kadar bu cennet yer muhtemelen Çeşme gibi olacak.
O zamana kadar sessizliğin tadını çıkarmakta fayda var.